14 Nisan 2015 Salı

CEMİL MERİÇ’İ TANIYALIM


 
Kimim ben sorusuna ‘Hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisiyim.’[1] diye cevap veren Cemil Meriç’in kısa bir özgeçmişiyle başlamak istiyorum. Onu daha iyi anlayabilmek ve hayatına daha yakından bakabilmek için öncelikle kızı Ümit Meriç’in de dediği gibi beşikten mezara kadar ilmi arayan bu insanın ailesinden başlamak istiyorum.

 

Daha evlenmeden hacca giden, az konuşan ve dürüstlüğü ile tanınan Mahmut Niyazi Bey Cemil Meriç’in babasıdır. Annesi ise Zeynep Ziynet Hanımdır. Mahmut Niyazi Bey Zeynep Ziynet Hanım ile evlenir ve bu evlilikten önce Zehra ve ardından Nadide adlı iki kız dünyaya gelir. Sonra İmparatorluğun sancılı yılları başlar. Savaşlar, isyanlar, istilalar… O yıllarda aile Dimetoka’dan Edirne’ye, Edirne’den Tırnova’ya geçer. Tırnova’da Mahmut Niyazi Bey mahkeme azası olarak çalışır. Bulgar Tırnova’yı basar. Mevsim yazdır ve herkes kaçışmaya başlar. Mahmut Niyazi Bey’de bir telaşla eve gelir ve ‘eşyayı toplayın’ der. Evden iki bohça alırlar. Biri Hafız İdris Efendinin el yazması olan Kuran-ı Kerim ve birkaç kıymetli eşyanın sarmalandığı bir bohça, öbürü ise evini, şehrini terk etmenin şaşkınlığı içinde alınan bir parça kumaş bohçası… Anne, baba ve iki kız evlat, dedelerinin geldiği uzak yoldan gerisin geriye dönmektedir. Aile trene tam bineceği sırada peronda küçük bir kız çocuğu ile karşılaşır. Çocuk ailesini kaybetmiş, hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Bütün aramalara rağmen ailesi bulunamayan bu yalnız çocukta konvoya katılır ve bu kafile bir daha dönemeyeceği ecdat topraklarını terk ederek trenle İstanbul’a gelir. Ancak aile İstanbul’a yerleşmeden Hatay’a yerleşir.

 

Ailesinin bu bir kuşak önce İmparatorluğun neredeyse bir ucundan diğer ucuna Balkanlardan Hatay’a göç etmesi Cemil Meriç’in gerek psikolojik yapısı, gerekse toplumsal kişiliği üzerinde son derece etkili olmuştur.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük bir sancıyla parçalanışı ile Cemil Meriç’in doğum sancısı birleşip adeta onun ruh dünyasında kristalleşmiştir.[2]

 

Onun ruh dünyasına gelmeden önce annesinin yaşadığı doğum sancısına yani 12 Aralık 1916 tarihine değinirsek; Cemil Meriç 12 Aralık 1916 tarihinde Hatay’ın Reyhanlı kazasında dünyaya gelmiştir. Dört yaşında zorla anne sütünden kesilen küçük Cemil az bir zaman sonra okumayı öğrenir.[3] Okumaya başlamasının ilk yılında dört derece miyop gözlükle tanışır. Bu sırada babası memuriyetten ayrılır ve doğumundan, yedi yaşına kadar kaldığı Antakya’dan Reyhanlı’ya dönerler. Aynı yıl Reyhanlı Rüştiyesi’nde okula başlar. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren Fransızca dersleriyle okumasına devam eder. İlkokulu bitirir bitirmez Antakya’ya gider ve Antakya Sultanisi’nde ortaokula başlar.[4]

 

Lise yıllarına gelmeden önce kızı Ümit Meriç’in aracılığıyla onun ruh dünyasını kendi ağzından dinleyelim:

 

‘Sekiz yaşına kadar ki hayatım bulanık, başsız, sonsuz bir hatıralar yığını. Babam çeşitli nikbetler yüzünden hayata küsmüş eski bir yargıç. Az konuşan, çatık kaşlı, hareketlerine akıl erdiremediğim bir insan. Annem, bu yabani dünyada aşinası olmayan bir hasta kadıncağız. Silik, mızmız. 12 Aralıkta doğan çocuk itilmiş, kakılmış, düşman bir dünyada dostsuz büyümüş. Daima başka, daima yabancı. Hasta bir gurur. Pencerelerini dış dünyaya kapayan bir ruh. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür bir tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundaydım. Böyle bir kaçışı kolaylaştıran tesadüfler de var. Babam akşamları aileyi toplayıp kitap okuyor, Zehra ablam fenni terbiye ve ruhiyat gibi konularla uğraşmaktadır. Amcam Hamit Beyin kitapları genç tecessümü alevlendiren bir hazine.  Anlıyorum ki zalim ve kıyıcı bir gerçekten kurtulmanın tek çaresi, reel dünyadan kitaplar dünyasına sığınmak. Okumayı Mehmet Emin Yurdakul’un  1915’te çıkan  ( Türk Sazını ) heceleyerek öğreniyorum. Bağıra çağıra okuduğum o manzumeler edebiyat dünyasında ilk kılavuzum olacaktır.’[5]

 

Cemil Meriç’in lise yılları ise akrabalarının yanında Antakya’da geçer. Onun okuduğu yıllar Fransızların, memleketin kayıtsız şartsız efendisi olduğu yıllardır. Okulunun ismi bile Antakya Sultanisi’nden Lycee d’Antioche olmuştur. Türkçe, Arapça, Tarih dışında bütün dersler Fransızca okutulmaya başlanmıştır. O yıllarda Fransızca bildiniz mi, önünüzde tüm kapılar açık demektir. Cemil Meriç de okuma aşığı olan biriydi. Okumalarının yanında yazı yazmakta da ustaydı.

 

 Lise yıllarında da çok fazla kitap okuyan Cemil Meriç yazı hayatında ilk gurur darbesini de lisede yemiştir. Lise üçüncü sınıfta tarihle ilgili bir kompozisyon yazması gerekir. Kendinden emin, on beş yirmi sayfayı karalayıp takdim eder. Kağıtlar geri verilir, yine en iyi notu almıştır: yirmi üzerinde yedi. Fakat yazdıklarının dörtte üçü silinmiştir, kenarına da ‘ gevezelik, konu ile alakası yok, uyuyor musunuz’ gibi iltifatlar döktürülmüştür. Bu Cemil Meriç için dayak yemekten çok daha ağır bir hareket olmuştur. Bu olaydan sonra Cemil Meriç aklına gelenin yazı yazmak olmadığını anlar. Kitapların üzerine daha fazla düşer…

 

Bu kadar çok kitap okumasının faydasını çok gördüğü gibi zararını da fazlasıyla görmüştür. Daha ilkokulda 6 derece miyop olan gözleri ortaokulda 10 derece olmuştur. İleri yaşlarında ise bu durum daha hazin bir hal alır…

 

Meriç on birinci sınıfı, birinci bölüm bakaloryayı alarak bitirir; ama liseden mezun olamaz, çünkü aynı yıl, lise on iki sınıf olur ve ikinci bakalorya konur. Yani bir yıl önce on birinci sınıfı bitirenler üniversiteye girebilirken, onun on ikinci sınıfı da bitirmesi gerekir. On ikinci sınıf felsefe sınıfıdır, bu sınıftayken, milliyetçi tutumu, yayımlanan bir yazısı ve bu yazıda bazı hocalarına, onları yeteri kadar milliyetçi bulmadığı için sert çıkması,  parlak bir talebe olmasına rağmen ve mezuniyetine pek az bir zaman kala, ikinci bölüm bakaloryayı alamadan okulu terk zorunda kalmasıyla sonuçlanır. Oysa ki mektebi bitirdikten sonra Türkiye’ye gönderilecektir.

 

Okuldan çıkar çıkmaz rüyalarının şehri olan İstanbul’un cazibesine daha fazla dayanamaz ve ilk defa 1936’da vapurla İstanbul’a gider. Pertevniyal Lisesi 12. sınıfına devam eder. Hocaları, felsefede İhsan Kongar, tarihte Resat Ekrem Koçu, edebiyatta Keyise İdali, Fransızca’da Nurullah Ataç’tır. Kum kapı ve kadırga talebe yurtlarında kalır.Cemil Meriç Nazım Hikmet’i ise ilk defa Nişantaşı’nda İpek Film Stüdyosu’nda görür. Şair kendisine, heyecanlarını bırakmasını ve hayata iyi hazırlanmasını tavsiye eder. Bu tavsiye genç Cemil Meriç’i şaşırtır, ama onu bütün ömrü boyunca da unutamaz.

 

İstanbul’da geçinebilmesi zordur, Mayıs ayında vapurla İskenderun’a dönmek mecburiyetinde kalır. Aynı yıl İskenderun’un Haymeseki adlı köyünde dokuz ay kadar ilkokul öğretmenliği yapar, hemen hemen hiç öğrencisi yoktur. Aynı yıl İskenderun Tercüme Bürosu’na sınavla reis muavini olur. Türkçe basını Fransızcaya çeviren bir ekibin başındadır. Bu arada tercüme odasına gelen Fransız basınını da günü gününe izlemektedir. Putları kırılan göçmen çocuğu yeni bir put bulmuştur, kendisine: Sosyalizm. Ruhunu Fransa’ya gitme hülyaları kaplamıştır. Ancak beklenmeyen bir telefon görüşmesiyle görevine son verilir ve istemeyerek kısa bir süre Aktepe Nahiye Müdürlüğü yapar.

 

Milletler Cemiyeti’nden bazı üyeler Aktepe’ye geldikleri zaman bir Nahiye Müdürü’nün evinde Freud ve Marx’ın kitaplarını görünce hayretlere düşmüşler ve bu şaşkınlıklarını ifade etmekten kendilerini alamamışlardır.

 

Hatay, artık Cumhuriyet Türkiye’sinin bir parçasıdır. Reyhanlı’ya anne babasının yanına dönen Cemil, az sonra Nadide ablasının Batı Ayrancı Köyündeki evine yerleşerek köye ilkokul öğretmeni olur. Para kazanmak için eski harfli Adliye Kütüklerine göz nurunu dökerek onları yeni harflere çevirir. Cömert, misafirperver, müşvik ve yiğit Eniştesi Şamo Ağa bu monoton köyde gönlüne su serpen bir insanlık anıtıdır.

 

Ve 1 Nisan sabahı evinin aranışı. Kitapların Odise ve İlyada’da dahil, polis tarafından iki çarşafa bağlanarak götürülüşü. Nezaret, hapishane. Yıl,1939.

 

Cemil Meriç şair doğmuştu onun için şiir yazmak konuşmaktan da kolaydı. Bakın nezarethane geceleri ona hangi duyguları ilham ediyor.

 

‘ Gölgeler birer birer eriyor sokaklarda

Çınlıyor bir bekçinin düdüğü uzaklarda

Yaşaran gözlerimle dışarı bakıyorum

Bir cigara sönmeden birini yakıyorum

Dışarıda karanlıklar korkuyla emekliyor

Dört duvar, dört Azrail başımızda bekliyor

Hastayım yanan alnım pencereye dayalı

Önümde ailemin dolaşıyor hayali,

Yatmak mı? O ne mümkün, sabah gelse diyorum

Titriyor inliyorum,

İnliyor titriyorum’

 

Üç buçuk ay kadar süren tutukluluk ve duruşmalar sonunda Cemil Meriç beraat eder. ‘Beraber yargılandığı kişilerin bir kısmı Suriye’ye geçti diyor Kemal Sülker. Bir kısmı eski kişiliklerini kaybedip, sessiz- sönük insanlar oldular. Ama Cemil Meriç samimi ve dürüst kişiliğinden hiç taviz vermedi.’

‘Mahkemede Marksist olduğunu haykırdı zaman tek işçinin elini sıkmış değildi. Sadece namuslu olmak, ‘korktuğu için sustu’ dedirtmemek istiyordu. Zaten yaşanılmaz bir dünyada idi artık, cinsi buhran, ruhi buhran… En küçük bir pırıltı yoktu hayatında. Bir sığınaktı Marksizm, bir kaçıştı, bir yaşama gerekçesiydi, belki de inanıyordu Marksizme. Eziliyordu ve ezilenlerin yanındaydı… Kitaplardan tanımıştı Sosyalizmi. Ne kadar anlamıştı anlayabiliyor muydu? Sınıf kavgası yoktu Hatay’da, çünkü sınıf şuuru yoktu. Marksizm, gerçekten meçhule yani rüyaya kaçıştı. İnsanları seviyordu. Ama sığındığı her kale insanlardan biraz daha uzaklaştırıyordu  onu.

 

Beraat etti. Ne var ki bütün dostları, bütün tanıdıkları selamı sabahı kestiler. 20 yıl bir Jan Valjan hayatı…[6]

 

Yıl 1940… Hatay’ın gayet çalkantılı siyasi yazgısından şahsına düşen büyükçe bir payı, gençlik yıllarına mahsus kahredici hatıralar arasından silebileceği umuduyla İstanbul’a adım atmış bir Cemil Meriç vardır karşımızda.

 

24 yaşındadır. İstanbul’da Yabancı Diller Yüksek Okulu’na burslu bir öğrenci olarak kaydını yaptırmayı başarmıştır. Tarlabaşı’nda küçük bir pansiyonda kalmaktadır. Geçmişin, omuzlarını çatırdatan o ezici ağırlığına rağmen yaşamaya, nefes almaya çalışan, ayakta kalmak için didinip duran bu genç adam o denli yorgundur ki, kendisini o denli yorgun hissetmektedir ki başını çevirip arkasına bakmak bile istemez. Yaklaşık çeyrek yüzyıllık geçmişinde bir tek ferahlatıcı hatıra bulamamaktadır çünkü.

 
Geçmişinin bütün özeti işte bu kadardır: yirmi şu kadar yıllık hayat…


[1]Meriç Ümit, Babam Cemil Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s.7.
[2] Su Hüseyin, “Bir Entelektüel Tedirgin: Cemil Meriç”, Hece, Sayı 157, Ocak 2010, s.5.
[3] Meriç Ümit, Babam Cemil Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s.14.
[4] Meriç Cemil, Bu ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2009, s.32.
[5] MeriçÜmit, Babam Cemil Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s.15.
[6] MeriçÜmit, Babam Cemil Meriç, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s.34.

4 yorum:

  1. Teşekkürler cemil mericle ikgili arastirma yapiyordum cok faydasi oldu

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. İlginiz için ben teşekkür ederim sema hanım araştırmanızda başarılar dilerim

      Sil
  2. Yeni neslin Cemil Meriç' i örnek alması gerektiğini düşünüyorum.
    Hiç bıkmadığı okuma aşkını öğrenip, boş zamanlarını nasıl değerlendirdiklerini gözden geçirmeleri gerekiyor.
    Hayranlık duyduğum bir insan.Bilgilerin için teşekkürler...

    YanıtlaSil
  3. Düşüncelerinize katılıyorum sayın hocam ilginiz için çok teşekkür ederim

    YanıtlaSil

Çeviri